YER: İzmir Buca
Hapishanesi
TARİH: 21 Eylül 1996
1995’in 21 Eylül’ündeki Buca
Hapishanesi katliamı, anlık bir gelişmenin sonucu değildi. Planlı, programlı
bir saldırıydı. Katletmek için gelmişlerdi. Gazi ayaklanması, 1 Mayıs, Sibel
Yalçın’ın cenazesi, devrimin halk kitleleri içinde gelişmesinin, büyümesinin
ifadesiydi ve bu gelişim oranında devletin saldırıları da boyutlanıyordu.
Tutuklamalar olağanüstü ölçüde
artmıştı. Neredeyse gözaltına allınan herkes tutuklanıyor, hapishanelerde
tutsak kitlesi sürekli artıyordu. Amaç belliydi tabii; bu gelişimin önünü
kesmek, devrimci demokrat kesimlere gözdağı vermekti.
Bu gelişmeler yaşanırken 17
Temmuz 1995’te Buca hapishanesinde bir özgürlük eylemi gerçekleşti. 21 Eylül
günü Buca’da gerçekleşen katliamı anlatabilmek için özel olarak 17 Temmuz’u
anmak gerekiyor. 17 Temmuz’dan 21 Eylül’e kadar geçen 2,5 aylık sürede
saldırılar giderek tırmanmış, devrimci tutsakları katletmek için hazırlık
yapılmıştır.
*
17 Temmuz’da dört yoldaşımızı
özgürlüğe uğurlamıştık. Ali Rıza Kurt, Celalettin Ali Güler, Tevfik Durdemir,
Bülent Pak yoldaşlarımız mapushane parmaklıklarını aşıp özgürlüğe merhaba
demişlerdi.
Görüşten sonra görüş yerinin
rutin kontrollerini yapan idare, durumu farkedince panikle koğuşlara yöneldi.
Gardiyan ordusuyla koğuşlara sayıma girdiler. Şaşkındılar. Ali Rıza’nın, Tevfik’in,
Bülent’in, Celo’nun adını boş yere seslendiler gizli, saklı denilebilecek her
köşeye... Kadınlar koğuşunda da firar eden vardır diye sayım aldılar.
O akşam kapılan kapanmadan
çıktık havalandırmaya. En coşkulu türkülerimizi söyledik.
Buradan kaçılmaz dediler / Peh
peh peh / Gidiyoruz dörder beşer / hey hey hey
Zincir vız, demir vız, duvar
vız / Vız gelir bize vız
17 Temmuz’a kadar Buca’da
birçok özgürlük eylemi yarım kalmış, açığa çıkardıkları her girişimle “Burası
Buca, buradan kaçılmaz!” düşüncesini güçlendirmişlerdi. Bu yüzdendir ki 17
Temmuz eyleminin şaşkınlığı büyük oldu.
Birgün sonra şaşkınlıklarını
üzerlerinden atmış, saldırı niyetleriyle karşımızdaydılar. Aramaya girdiler..
Koğuşta önceki aramalarda dokunmadıkları-dokunamadıkları ne varsa alıp maltaya
çıkardılar. Boş kasalara kadar “fazla” gördükleri ne varsa alıyorlardı.
Hazımsızlıkları her davranışlarına yansıyor, sorun çıkartmaya çalışıyorlardı.
Daha önce koğuşa almadığımız gardiyanları getirmiş, yeni dayatmalarda
bulunuyorlardı. Ama yapılan hiçbir şey bizim moralimizi bozacak durumda
değildi.
Talan aramasından sonra
koğuşlararası gazete alışverişi de dahil her tür alışverişin yasak olduğunu
bildirdiler. Alkışlarla karşıladık. Hiçbir hak gasbı özgürlük eyleminin
coşkusunu gölgeleyemezdi. Bir tarafta coşku, bir tarafta hazımsızlık... Çatışma
bu anlamda da yaşanıyordu. Hazımsızlık cephesinden saldırılar peşpeşe gelmeye
başladı. Avukat görüşlerinde ayakkabı araması, hastane, mahkeme gidişlerinde
çift kelepçe, ayakkabı araması dayatması başladı. Fırsat yarattıkça fiili
saldırılara yöneliyorlardı.
*
“15 gün savaşları”
27 Temmuz’da televizyondan Ali
Rıza’nın İzmir Hatay’daki bir evde katledildiğinin haberini izledik. Ali Rıza
Kurt SDB komutanı ve savaşçısı olarak birçok halk düşmanına halkın adaletini
uygulamıştı. 10 günlük özgürlüğünün ardından katledilmesi, zulüm cephesinde
sevinç yarattı. Zulüm bu fırsatı kaçırmadı. Psikolojik üstünlüğü ele geçiririm
düşüncesiyle aramaya girdiler. Erkek arkadaşların kaldığı 6. ve 7. koğuşlarda
panolarımızda asılı duran değerlerimize saldırmak istediler. Arkadaşlar
keyfiyete izin vermeyince fiili bir durum yaşandı. askerler, ölüm orucunda
şehit düşecek olan Serdar Karabulut yoldaşımızın da bulunduğu dört kişiyi
maltaya çektiler. Bunun üzerine koğuştaki arkadaşlar da müdür, asker, gardiyan
kim varsa alabildikleri kadar rehin aldılar.
Serdarları hınçlarını alana
kadar dövdüler. Ancak koğuşta rehinelerin olması, sürgün saldırısının önüne
geçti. Arkadaşlarımızın tekrar koğuşa getirilmelerini istedik. Onların
hastaneye kaldırıldığını, tedavileri yapıldıktan sonra geriye getirileceklerini
açıkladılar. Sonunda da arkadaşları getirdiler. Fiili durum ortadan kalktı.
Serdar yaşadıklarını gülerek anlatıyordu. Direnişin olduğu yerde, yüzlerden
gülüşler eksik olmaz. Yaşanan fiziki acılar gülüşleri gölgeleyemez... Serdar’ı
zincirlemişler yatağa. Sargılar içindeyken işkence yapmışlar. Acısından ziyade,
eli kolu bağlı cevap verememek rahatsız etmişti Serdar’ı.
Bunu başka saldırılar izledi.
Özgürlük eyleminin ardından
mahkemeye çıkanlar nasıl karşılanacak tahmin edebiliyorduk. Saldıracakları
kesindi. Eylemin ardından ilk mahkeme Rızgari davasından arkadaşlarındı. Önce
mahkemeye gidecek erkek tutsakları aldılar. Mahkemeye çıkarılanların işkence
karşısında attıkları sloganları duyunca, bütün koğuşlar kapıları dövmeye
başladık. Bir yandan da slogan atıyorduk. Kapı aralığından erkek gardiyanların
ellerinde sopalarla koşarak bizim koğuşa yöneldiklerini gördük. Kapının
kilidini açıp saldırmaya başladılar. Biz de birkaç camı indirdik elimize ne
geliyorsa, karşımızdakilere atmaya başladık. Gardiyanların esas olarak geriye
çekilmesi ateş yakmamız üzerine oldu. Ama bu arada bazı arkadaşlarımızı maltaya
çekmişlerdi. Büyük direnişimizde kendini yakarak feda eden Günay Öğrener de
maltaya çıkarılanlar arasındaydı.
Bizi maltaya çıkardıklarında
nereye koyacaklarını şaşırdılar. Ortada kalakaldık. O sırada müdür geldi. “Mahkemeciler
bunlar değildi” dedi. Sanki Rızgari davasından tutukluların nerede kaldığını
bilmiyorlarmış da bize yanlışlıkla saldırmışlar gibi... Kapıyı açtılar, koğuşa
geri girdik. Saldırıda en fazla darbeyi Günay almıştı. Çenesi çıkmıştı. Yemek
yiyemiyor, konuşamıyordu. Yüzü şişmişti. Birkaç gün öyle kaldı. Sonra bir
arkadaşımız Günay’ı kucaklayayım derken, yüzünü kendine doğru çekti ve bir küt
sesi duyuldu o anda. Bu sesin ardından Günay’ın çıkan çenesinin yerine
oturduğunu anladık. Günay konuşabilmeye başladı. Hızlı ve çok konuşurdu. Fiziki
açıdan çok, konuşamamak rahatsız etmişti onu...
Özgürlük eyleminin ardından
dışarıda da ailelerimize yönelik yoğun gözaltı operasyonları yapılıyordu. Bu
gözaltıların ardından tutuklananlardan bazılarını koğuşlara vermediler. Yeni tutuklananları
yanımıza alabilmek için direndik. Saldırırlarsa saldırıyla karşılık vermenin
hazırlığını yaptık. Direnişin ardından yeni tutuklananları yanımıza alabildik.
Aileleri tutuklamışlardı genel olarak. Yeni gelen arkadaşlarla DHKP-C Davası
tutsakları olarak sayımız 100’ün üzerindeydi. Her yaştan her kesimden
tutuklananlar vardı.
Buca katliamını yazıya döken
arkadaşlar, özgürlük eyleminin ardından yoğun olarak yaşadığımız bu fiziki
saldırılar dönemini “15 gün savaşları” olarak tarihe kaydettiler. Bu kitap
çalışmasına 19 Aralık’ta zulmü durdurmak için bedenini tutuşturan Murat Özdemir
ve ölüm orucunda şehit düşen Gökhan Özocak’ın çok emekleri geçmişti.
15 gün savaşlarının başarıyla
üstesinden gelsek de, hapishanede hak gaspları ve fiili saldırılar devam
ediyordu. 12 Eylül günü mahkemeye çıkan arkadaşımıza işkence yapmışlardı.
Saldırıya uğramış halini görünce “Biz size arkadaşımızı böyle mi verdik” diye
tepkimizi dile getirdik. Bu olay gazetelerde, tutuklular 12 Eylül’ü protesto
etmek için maltayı işgal ettiler şeklinde yer aldı. Buca’ya dair çarpıtılmış
haberler sıklıkla medyada yer alıyordu zaten.. Medya, saldırılardaki malum’
rolünü oynuyordu.
*
Özgürlük eyleminin üzerinden 2
ay geçmişti. Gasbedilen haklarımızı geri almak için yaptığımız eyllemlere
idarenin cevabı, varolan sorunları çözmek yerine katliam hazırlığı oldu. Bir
yerden sonra artık sayıma da gelmez olmuşlardı. Ama çatılarda, koridorda asker
dolaşıyordu. Saldırıya hazırlandıkları, bizi tedirgin etmeye çalıştıkları
belliydi. Askerler hapishanenin etrafında eğitim koşusu yaparken sloganları
bize yönelik oluyordu: “Vur vur inlesin / Dev-Sol dinlesin”, “Bir operasyon var
bu gece”...
*
21 Eylül günü; sayım
alınmamasının üzerine birkaç haftadır varolan olağanüstü koşullarda yaşamaya
devam ediyorduk. Öğlen vakti saat bir civarıydı. Nöbetçi arkadaş “Maltaya albay
girdi” diye haber verdi. Askerin maltaya girdiği haberini allınca toparlanmaya
başladık. Sayıları artmaya başlamıştı. Ayrıca kasa kasa birşeyler taşıyorlarmış.
Bunların bombalar olduğunu çatışma başladığında anladık. Son hazırlıklarımızı
da tamamlayıp hepimiz iç kısma geçtik, sessiz ama seri olmaya çalışarak
barikatımızı kurduk. Kadınlar koğuşu olarak biz bu hazırlıkları yaparken, savcı
Yaşar Aslan, yanındaki rütbeliyle 6. koğuşun kapısına gidiyor. Kapıyı
açıyorlar. Temsilcimize “sayım almaya geldik” diyorlar. Temsilcimiz de “böyle
sayım mı olur, askeri çeker, gelir sayımınızı alırsınız” içeriğinde sözler
söylüyor.
Tek tek resimler üzerinden
sayım alacaklarmış. Asker yığınağının, bomba stoğunun yardımıyla sayım
gelmişler!!!
Serdar temsilcimize sesleniyor;
“gel yoldaş, bunların niyeti belli” diyerek konuşmaya son noktayı koyuyor.
Bizimkiler iç kapının ardına çekilip barikat kurmaya başlıyorlar, o anda
saldırı da başlıyor.
Kadınlar koğuşu olarak barikat
başında beklerken, bomba seslerini, küfürleri, sloganları, çatışma
gürültülerini duymaya başladık. Sürekli kapımızın kilidiyle oynuyor, küfürler
ederek “sıra size de gelecek” diyorlardı. 6. ve 7. koğuşlardaki yoldaşlarımızı
düşünüyor, durumlarını merak ediyorduk...
*
Yusuf Bağ, barikatın en önünde
çatışıyor, bir yandan tazyikli sulara sırtını vermiş, elindeki son sigaradan
bir nefes çekmeye çalışıyormuş. Uğur Sarıaslan, açılan tavandan atılan
bombaları yakalayıp havalandırmaya atıyormuş. Sıkılan tazyikli suların
merdivenlerden havalandırmaya akmasıyla oluşan su birikintisi bombaların
etkisini azaltıyormuş. Turan abi, cam taşıyormuş barikat başındakilere.
Bizimkiler eline ne geçerse saldırıyı püskürtmek için atarken, malzemeleri de
tüketmeye başlamışlar.
6. Koğuşun barikatı iyice
zorlanmaya başladığında, 7. koğuştaki arkadaşlar, saldırıyı üzerlerine çekmek
için koğuşu ateşe veriyorlar. Barikat tutuşuyor, arkadaşlar koğuşun arka
kısmında toplanıyorlar, birbirlerini kontrol ederken Murat Çoban’ın yanlarında
olmadığını farkediyorlar. Sesleniyorlar. Murat ateşe verilen barikatın üstünde,
orada bekliyor... Sonra soruyorlar Murat Çoban’a, neden orada kaldın diye.
Murat da, “barikatı tutuşturacağız denilince, kendimizi de ateşe vereceğimizi
zannettim” diyor. Öyle tereddütsüz kalıyor ateşin ortasında.
7. koğuşta Gökhan Özocak, Murat
Özdemir de var. 6. koğuştakilere “Sizi seviyoruz” diyorlar ve bunun
tartışılmaz, somut ve görkemli bir kanıtı olarak da saldırıyı üzerlerine çekmek
için koğuşu ateşe veriyorlar.
6. ve 7. koğuştan slogan
sesleri yükseliyor. Şehitlerimiz bizimle. Günerler teslim olun diyen
katillerine “asıl siz halkın adaletine teslim olun” diyor Yusuflarla,
Serdarlarla. Recai Dinçeller “Devrimci Solcular teslim olmaz” diyor, “Bize ölüm
yok”, “Bayrağımız ülkenin dört bir yanında dalgalanacak” sloganları yükseliyor
koğuşlardan... Mahir’in resmi atılan sis bombalarının içinden aydınlık saçıyor,
direnen yoldaşlarıyla onur duyuyor Mahir. Gazi’nin yoksul konduluları bizimle...
O koğuşlar vatan toprakları, savunuluyor ölümüne.
Kadınlar koğuşunda Yasemin “şimdi
Dayı bizi düşünüyordur” diyor. Yürekten yüreğe sıcaklığı ulaşıyor önderimizin.
Göğsümüz daha bir kabarıyor. Buca direniyor kadını erkeğiyle, genci yaşlısıyla.
Cephelilerin kanı akıyor vatan topraklarına. Direnişin sesi yükseliyor,
yangınların, bombaların ortasında.
Barikat zorlanıyor işte.
İtfaiyecilerin demir çengeli, zehrini akıtan bir yılan gibi barikatı yarmaya
çalışıyor. Kaynak makinalarıyla kesmeye çalışıyorlar demir kapıyı. Ve işte
yüzyüze geliniyor. Artık çıplak elle karşılanacak demir sopalar, saldırılar.
Tek tek koparmaya çalışıyorlar yoldaşlarımızı. İtfaiye çengeli artık
barikattaki malzemelere değil, yoldaşlarımızın kafalarına geçiriliyor. Saçlı
deri parçaları koparıyor kafalardan. Yoldaşlarımızın kanları, koğuşa sıkılan,
maltayı göle çeviren suya karışıyor. Su, kana dönüşüyor. Vuruyorlar durmadan: “Söyle
en büyük kim?”... Islak, işkencelerden geçirilmiş, yerlerde sürüklenen
yoldaşımızdan inancın gücüyle yükselen bir ses yankılanıyor maltada: “En büyük
Cephe” diyor teslim alınamayan!
Turan abiyi öldüresiye
dövüyorlar. Kafatasının bir yanı içe göçüyor, sanki yüzünün bir yanı yokmuş
gibi. Firara nasıl yardım edersin diye öç alıyorlar.
Çerkez kartalı Yusuf Bağ’ın
başına üşüşmüş katiller, barikattaki direnişin hıncını almaya çalışıyorlar. Bir
gardiyan dayanamıyor, “yeter öldüreceksiniz” diyor, gardiyanı da dövmeye
başlıyorlar. İnsanlığı öldürmeye yeminliler sanki. Kan kokusundan midesi
bulanıyor saldırıya katılanlardan bazılarının. Kusuyorlar. Hızlarını alamamış
gardiyanlar, hapishanenin dişçisi, askerlerle birlikte işkence yapıyorlar. Kan
bulaşmasın diye paçalarını sıvayanlar, ellerini yoldaşlarımızın kanlarına
buluyorlar. Uğur’u, Yusuf’u, Turan abiyi döverek katlediyorlar. 40 yoldaşımızın
da durumu ağır olduğundan hastaneye kaldırıyorlar.
*
Ölüm haberleri geliyordu
peşpeşe. Kimlerin şehit düştüğü net değildi. Barikatları kaldırdık; “haydi
gelin, bizi de katledin” diyorduk.
Öfkemizin farkındaydılar.
Koğuşun kapısını açmaya bile gardiyanlar topluca geliyordu. Kimileri,
arkadaşlarının arkasına gizlenmeye çalışıyordu. Kapımız açıldığında katliama
katılmış bir gardiyanı farketti Yasemin. Farkettiğiyle elindeki odunu
fırlatması bir oldu. Katliamcılar yüreklere korku tohumlarını yaymak
istemişlerdi ama öfkemiz, direncimiz bilenmişti. Katliamcılar, maltada gezemez
olmuştu.
Birgün bir katilin maltada
camları takmakla meşgul olduğunu öğrendik. Kadınlardan bir ekip hazırlandık
hemen.. Ekipte 19 aralık operasyonunda bedenlerini tutuşturarak kendilerini
feda eden Berrin ve Yasemin de vardı. Ekibimiz maltaya çıktı, katili döverek
cezalandırdılar. Kan gölünün ortasında kahramanlık yapan katil, maltadan sürüne
sürüne çıkmak zorunda kaldı.
*
Uğur, Turan, Yusuf, o gün orada
şehit düştüler. Gökhan, Murat, Yasemin, Berrin, Serdar, Günay... O gün
oradaydılar... Buca’yı özgür vatan yapan şehitlerimizi saygıyla anıyoruz.
Kahramanlarımızın öfkesi, direnci, yoldaş sevgisi, bize hep güç veriyor. Biz
şimdi buradayız. Devam ediyoruz direnmeye...
(Yukarıdaki anlatım, Yürüyüş dergisinin 17
Eylül 2006 tarihli, 70. Sayısından alınmıştır.)
***
Buca Direnişi'yle
ilgili
DHKC Bülteni
TARİH: 29
Eylül 1995, SAYI: 18
BUCA'DAKİ SES ÖZGÜRLÜĞÜN, DİRENEN
HALKIN, ONURUN VE ADALETİN SESİDİR
BUCA'DAKİ SES DEVRİMCİ HALK KURTULUŞ
PARTİSİ CEPHESİ'NİN SESİDİR
21 Eylül 1995 günü faşizmin kontrgerilla güçleri,
yüzlerce jandarma, polis, silah ve bombalarla Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi
tutsaklarının kaldığı koğuşa saldırdılar. Yok etmek
istiyorlardı. Parti Cephe'nin sesini kesmek istiyorlardı. "... Siz
direnirseniz, siz firar ederseniz, siz teslim olmazsanız cezaevlerini teslim
alamayız..." diyorlardı. Bu gerçek, yıllardır hep böyle süregelmiştir.
Halkımızın özgürlüğü için, ülkemizin bağımsızlığı için bedellerin en ağırını
ödemek gerekiyorsa, bu bedeli biz ödeyecektik. Hep en önde, hep özverili,
kararlı ve yiğit olmalıydık. Gerektiğinde kendimizi feda etmeliydik. Partimizin
Buca'daki tutsakları yine böylesi bir anla karşı karşıyaydılar. Tarih ve
halkımız karşısında bir sınavdaydılar. 17 Temmuz 1995'te Ali Rıza Kurt ve üç
yoldaşımız özgürlük haklarını kullandılar. Düşman çılgına dönmüştü. Bütün politikalar
alt üst olmuştu. Buca, Buca olalı böylesi bir firarı yaşamamıştı. Buca
özgürleşmişti. Düşman saldırıyor, tutsaklar daha çok birbirlerine kenetleniyor,
dayanışma içerisine giriyor ve güçleniyordu. Özgürlük rüzgarları
Buca'dan halk kitlelerine akıyordu. Düşman fırsat kolluyordu, intikam
peşindeydi. Buca'da özgürlüğün
sesi kesilmeliydi. Parti Cephe susmalıydı. Öyle bir ders verilmeliydi ki, bir
daha ne özgürlük eylemine, ne de direnmeye kalkmamalıydılar. Tansu Çiller
hükümeti, kontrgerilla kurmaylarıyla birlikte, adım adım Buca katliamını
planladılar. Katliam, adeta gelişini ilan etmişti. Özgürlük eyleminden sonra
saldırılar hiç bitmedi. Hemen hemen hergün, saldırı, gözdağı ve tehditler
sürüyordu, tutsaklar daha büyük bir saldırıyı göğüslemeye hazırlanıyorlardı. 20
Eylül günü kontrgerilla son hazırlıklarını yaptı. Siyasi Şubenin işkenceci
polisleri, Jandarma Alay Komutanlığına bağlı subaylar ve Cezaevi Savcısı, Buca
koridorlarını adım adım gezerek, planlarının son rötüşlarını yaparken gözdağı
vermeyi de ihmal etmediler.
Tutsakların nasıl bir saldırı gelirse gelsin
direnmekten başka hiçbir seçenekleri yoktu. Teslim olmak, düşmana yalvarmak,
halka ve vatana ihanet, kişiliksizleşmek, ahlaksızlaşmak ve kendini satmaktı.
Nasıl direnilecek?... Hangi tür saldırı kaşısında
nasıl bir tavır alınacak?... Barikat nasıl kurulacak?... Kimler hangi görevleri yapacak?...herşey
tekrar tekrar gözden geçirilerek örgütlendi. Düşman "allah allah" nidalarıyla
ve faşist sloganlarla saldırırken, tutsaklarımız halkımızın ve partimizin
sloganlarıyla direnişe başladılar. Bomba, kurşun ve faşist ulumalarının
susturamadığı Partinin Sesi, Buca duvarlarını aşarak yankılanıyordu. 43 tutsak
tüm gücüyle haykırıyordu... BİZİ YENEMEZSİNİZ... ANCAK, CESETLERİMİZİ
ÇİĞNEYEREK BARİKATLARIMIZI AŞARSINIZ...
Bu ses Gazi'de, Okmeydanı'nda, Bağcılar'da,
Çiftehavuzlar'da yankılanıyordu. Parti Cephe'nin hemen hiçbir üssü cesetleri
çiğnenmeden aşılamıyordu. Buca bir savaş üssüydü. Düşman, her yerde düşmandı ve
karşısında direnen Parti Cepheliler vardı. Savaş sürüyordu. Faşist güruh, onlarca
bomba, kurşun, tazyikli su ve her türlü teknik donanıma rağmen 43 özgür tutsağın
barikatlarını aşamıyordu. Silahları yoktu. Ama, dünyanın en büyük gücü inançları ve korkusuz
yürekleri vardı. Herşey bir silahdı artık. Koğuştaki cam parçalarından, tabak
kaşığa, tek bir kibrit çöpüne kadar, herşey bir silahtı. En küçük bir nesne, bir
kurşun gibi kullanılmalı ve düşmana zarar vermeliydi. Düşman kırıyor,
döküyordu. Cam parçaları... Cam parçaları silah haline gelmişti. 6. koğuş bir
savaş alanıydı. Herşey örgütlü olmalıydı. Cam parçalarını toplayanlar, silah
olarak kullanılabilecek her türlü malzemeyi değerlendirenler, yaralı tutsaklara
ilk müdahaleyi yapacak sağlık ekipleri, karşı koğuşla haberleşmeyi yapacak
insanlar, yangın söndürme ekipleri vb. vb. birçok komite örgütlendi. Savaş
sürüyordu. Yoldaşları ve bir kısım dostları, karşı koğuşlarındaydılar. Direnişi
ve düşmanın vahşetini görüyor ama duvarları aşıp yardım edemiyorlardı. Duvarlar
aşılmalıydı. 6. koğuş, Buca'nın ve ülkedeki tüm tutsakların onuruydu. Onur
mücadelesi yenilmemeliydi. 7. koğuş cam parçalarını, silah olarak kullanabilecek
herşeyi 6. koğuşa aktarıyordu. 6. koğuştaki barikat mümkün oldukça uzun
kalmalı, yıkılmamalıydı. Biliyorlardı, er geç, cezaevini yıkma pahasına da
olsa, koğuşa girecek, öldüresiye dövülecekler, tecrit ve sürgün edilecekler ve
öldürüleceklerdi. Ama Parti Cepheli tutsakların teslim olmadıklarını,
olmayacaklarını, şehitler pahasına tüm Türkiye ve dünya halklarına
göstermeliydiler. O an, bir tarihtir. O an, Türkiye halklarının özgürlük
taleplerinin, en güçlü bir sesle, bütün dünyada yankılandığı bir andır. O an,
düşmana vurulan bir darbedir. Teslim olmayacaklardı. Ancak cesetlerine basarak
barikatları yıkabilirlerdi. Barikatları yıkamadılar.
Ölüme hazırdılar. Ama, ölümün
kaygısı değil, direniş ve kahramanlık coşkusu yüklüydüler. Halktılar. Bir halk
hareketinin savaşçısıydılar.
TURAN
KILINÇ'ın
oğlu Ertuğrul da karşı koğuştaydı. Turan bir yandan düşmanın barikatları yarmasına
engel olmak için bütün enerjisiyle çalışırken, son bir kez de karşı koğuştaki
yoldaşlarını görmek için onlara seslendi. Zafer işareti yaparak selamlıyordu.
Oğlu, yoldaşıydı. Turan bir köylü aydın, bir devrimci babası, birçok köylüyü
eğitmiş bir köylü önderi devrimciydi. Turan, yaşamı boyunca toprakla boğuşmuş,
onun ustasıydı. Ama, kendi deyimiyle ülkesinin ve
halkının gerçeklerini kavradıktan sonra "... kendi
kendime tarla, bağ, bahçe işlerinde ölüp gideceğim, en büyük isteğim, çatışarak
ölmektir..." diyor ve daha etkin görevler istiyordu. Düşmanla dişediş çatışmanın
onuruyla ölecekti. Halkın tüm sadeliğini, açıklığını üzerinde taşıyan Turan,
nice keskin devrimcilerin yaptığı gibi oğlunu mücadeleden uzak tutmak için
çeşitli yollara başvurmak yerine O, oğluna "... bana
oğul olarak vereceğin en güzel şey, gerilla olmandır. Beni gerilla babası yap
yeter..." derdi. Şimdi baba-oğul, aynı cephede, aynı üste savaşıyorlardı.
Mutluydular.
Düşman, barikatı yıkamıyordu. Bir yandan yaralılar
tedavi ediliyor, bir yandan düşmanın duvarları delerek, camlar kırarak, koğuşa
attığı gaz ve ses bombaları tekrar dışarı atılıyordu. Faşistler duvarları
yıkarak açtıkları gediklerden girmeye cesaret edemiyorlardı.
UĞUR
SARIASLAN:
Barikatın en önündeydi. Tutsaklıkla daha önce de tanışmıştı. Düşmana karşı hep
büyük bir öfke ve kin duymuş, hiçbir zaman devrim coşkusu sönmemiş, tersine
tutsaklık yaşamı O'nu, daha da bilinçlendirmişti. Özgürlüğüne kavuştuğunda,
mücadeleye yeniden atılmıştı. Aile ilişkileri, kendisine rahat bir yaşam
sağlayabilirdi. Ama O, Devrimci Gençliğin çıkarsız, hiçbir şey beklemeden
ülkesi ve halkı için savaşması gerektiğini biliyordu. Devrimciliği öğrendi,
öğrenirken öğretti. Demet Taner'in öğrencisi olmaktan onur duydu. Kitle
ilişkilerinde çok özenli olup, insanların tek tek sorunlarıyla ilgilenir ve bu
nedenle sevilirdi. Kitle örgütleyicisi, eğitici, ajitatör
özellikleri olmasına rağmen, hep bir silahlı savaşçı olmak istedi. "...
Varolan gücümüzle vurmalıyız... DHKP-C bugün patlamaya hazır saatli bir bomba
gibidir... diyordu. O'nun için hiçbir olanaksızlık,
silahlı mücadele önünde engel olamazdı. Silah olmadığında, silah buldu.
Bulamadığında, en ilkel malzemelerden öldürücü silahlar yapmasını öğrendi. Ve
kullanarak düşmana vurdu. Çok istediği askeri alanda coşkuyla savaşırken
yeniden tutsak düştü. Barikattaydı... Düşmanın barikattan kafasını içeri
sokmasına izin vermiyordu. Barikatın yarıldığı yerde, gövdesini barikat
yapıyordu. Ölecekti. Ama, düşman asla elini kolunu
sallayarak, barikatı aşamayacaktı. O bir savaş ustasıydı. Liselileri eğitirken,
halkı örgütlerken, polis takibindeyken olduğu gibi sakin, ama coşkulu ve
inatçıydı. Pes etmek, yılmak O'na göre değildi. Yine sakin ve ustaydı.
Barikatın bir saniye daha fazla dayanması kazanımdı. Demir çubuklar, kalaslar,
zincirler O'nu diz çöktüremiyordu. Gövdesiyle barikattı. Bir saniye, bir saniye
daha kazançtı. Barikat savaşı böyle sürüyordu.
43 Tutsak... barikatın önünde
barikattılar. Barikat yıkılabilir, geçilebilir ama, onları
ezip geçemezlerdi. Ölürlerdi ama, ezilmezlerdi.
Ezilmek, düşman karşısında el pençe durmaktır. Teslim olmaktır. Teslim olmak
kendini inkar etmektir. Soysuzlaşmaktır. Soylu bir
gelenekten geliyorlardı.
YUSUF BAĞ: 1989'lardan beri DEV-GENÇ'liydi.
Olgun, ağırbaşlı kişiliğiyle, kitlelerle kurduğu sıcak ilişkilerle, bir kitle
örgütleyicisiydi. İzmir'in bütün gösterilerinde, direnişlerinde onu görmek
mümkündür. Bu nedenle de gözaltını ve tutsaklığı sık sık yaşamıştır. Sade,
mütevazı yaşamıyla, ilişkileriyle bir DEV-GENÇ'liden çok, doğal bir halk önderi
karakterindeki Yusuf, aynı zamanda barikatların, direnişlerin en önünde olan insandı.
Barikatların, direnişlerin yılmaz savaşçısı Yusuf, şimdi barikatın en önünde
yıkılan duvarlar önünde, düşmanın geçmesine engel olmaya çalışıyordu. Düşman, Yusuf'un
cesedini çiğnemeden barikatı aşıp geçemedi.
Turan
Kılıç, Uğur Sarıaslan ve Yusuf Bağ yoldaşlarımız katledilerek, onlarca yoldaşımız komaya
sokularak, sakat bırakılarak ve istisnasız 43 devrimci tutsak "öldü"
diye üstüste yığıldığında, ancak, barikatları yarıp koğuşa girebildi düşman.
Buca kan gölüne dönmüştü. Ama, Buca özgürdü. Halkımızın
ve Parti Cephe'nin onuru korunmuş, gür sesi susturulamamıştı. Hiçbir Parti
Cephe tutsağı tek kelime söyleyemiyordu. Bir kısım siyasetler bu duruma akıl
erdiremiyordu. Parti Cepheliler nasıl bu kadar suskun olabilirlerdi, yoksa yeni
bir taktik mi diye düşünüyorlardı. Parti Cepheliler susmaz, susturulamazdı.
Ancak ölü diye bırakılmışlardı. Artık şehitler konuşuyordu.
Bu vahşetin, bu katliamın sorumlusu ve planlayıcısı,
başta DYP ve CHP koalisyon hükümeti olmak üzere Adalet Bakanı, İzmir Emniyet Müdürü,
İzmir Valisi, İzmir İl Jandarma Alay Komutanı, İzmir Cumhuriyet Başsavcısı,
Buca Cezaevi Savcısı, Buca Cezaevi Müdürleri, Buca Jandarma Dış Güvenlik Komutanıdır.
Bunlar katliamın planlanmasında ve uygulanmasında birinci dereceden rol alan
suçlulardır.
Bütün polis güçleri, siyasi polis, jandarma güçleri,
DYP, CHP partilileri, MHP'liler, saldırıda görev alan bütün gardiyanlar,
katliamı bizzat uygulamak suçunu işlemişlerdir.
Hiçbir katliam, hiçbir suç cevapsız kalamaz. Halkın
adaletini uygulayacak ve yoldaşlarımızın intikamını alacağız.
Terörizm edebiyatı yaparak, faşizmin zulmünü
gizlemek isteyen, yoldaşlarımızın katledilmesini meşrulaştırmaya çalışan bütün
çevreleri uyarıyoruz. Bu vahşetin sorumluları, karar vericileri dünyanın en
büyük teröristleridir. Bu vatan hainlerinden, halk düşmanlarından hesap sormak
boynumuzun borcudur. Katliamı planlayanlar, yerine getirenler ve bu tür
katliamları savunanlar, alkışlayanlar bedelini de ödeyeceklerdir.
Bu amaçla; Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi ALİ RIZA KARAGÖZ SİLAHLI PROPAGANDA BİRLİĞİNE bağlı savaşçılarımız
27 Eylül 1995 sabahı İstanbul Yeşilköy Karakolu'nda görevli faşist polis Şakir
Tosun'u Bağcılar, Parseller durağında ölümle cezalandırmıştır.
28 Eylül 1995 saat 19.30'da İstanbul Maslak İl
Jandarma Alay Komutanlığına Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi FERİT ELİUYGUN SİLAHLI PROPAGANDA BİRLİĞİNE bağlı savaşçılarımız
tarafından silahlı bir baskın düzenlenmiştir. Bu baskında iki jandarma eri
ölümle cezalandırılmıştır.
Savaşçılarımız kayıp ve yaralı vermeden üslerine
dönmüşlerdir.
Ayrıca Buca katliamına misilleme olarak, iktidar
yanlısı sivil ve faşist hedeflere resmi devlet güçlerine ve kurumlarına yönelik
çok sayıda bombalama ve sabotaj eylemleri gerçekleştirilmiştir.
Buca
direniş destanını yaratan Uğur, Turan ve Yusuf yoldaşlar,
Yaralı tutsak
yoldaşlar,
Düşmandan yaptıklarının hesabını soracağımızdan ve
adaletin yerini bulacağından kuşkunuz olmasın. Parti-Cephe düşüncesi özgürlük
düşüncesidir. Onurlu ve namuslu olmanın, insanca yaşamanın savaşıdır. Bu savaşı
zafere kadar sürdüreceğiz.
DEVRİMCİ HALK KURTULUŞ CEPHESİ